Learning from India: Political Parties, Alliances & Trade Union Organising for Counter-Power 05:37 Dec 31 4 comments Reflexiones de un anarquista catalán sobre los sucesos en Venezuela 08:48 Jan 30 0 comments Reinventando las identidades: historia, política y comunidad 16:44 Sep 29 0 comments Dall'anno zero dell'Irpinia 03:03 Nov 28 0 comments The "60's" Semi-Civil War Conditions In the U.S. (and elsewhere too!) With an Anarchistic Flavor 02:55 Jul 30 0 comments more >> |
Recent articles by Sokak Yayınları
This author has not submitted any other articles.
Recent Articles about Rusya / Ukrayna / Beyaz Rusya TarihTambov ενάντια στο... Jul 08 23 Kiel ne endas fari revolucion Nov 08 17 Χωρικοί στη Ρ... Apr 14 17 KRONŞTAD 1921 Sokak Yayınlarının Önsözü
rusya / ukrayna / beyaz rusya |
tarih |
opinion/analysis
Friday June 02, 2006 05:29 by Sokak Yayınları
Bu yazı Sokak Yayınları tarafından 1985 yılında basılan ‘Kronştad 1921’ adlı kitaba yazılan önsözdür. Yazı Rus devrimi’ne dair bir genel bakış içeriyor. Kronştad denizcilerinden Mahnovşçina’ya, Kızıl Ordudan, Sovyet Yönetime dair geniş bir perspektif sunuyor. Rus devriminden sonra kendini iyice gösteren otoriter-bürokratik yapının Rusya’nın nesnel koşullarından öte Leninizm’in kökenlerinden kaynaklandığı belirtiyor. Bir kitabın önsözü olmasına rağmen en az kitap kadar önemli şeyler söylüyor. 1921 Mart’ında Baltık Denizi kıyısındaki Kronştad deniz üssünde askerler ve Sovyet delegeleri, hazırladıkları 15 maddelik bir programı hükümete sunmak üzere toplandılar. Bolşevik hükümetin verdiği karşılık artık alışılagelmiş ama o zaman için aşırı görünen bir tepkiyle Kronştad’a saldırmak oldu. Daha birkaç ay öncesine dek Rus Devrimi’nin efsanesini yaratan Kronştad denizcilerinin ‘kendi hükümetleriyle’ bozuşmasındaki gariplik bir yana, bir ‘işçi hükümetine’ karşı savunulan talepler de çok şaşırtıcıydı. Özgürce seçilen konseyler, diğer partiler için söz ve basın özgürlüğü, siyasi af gibi her kitle hareketinin ayrılmaz bir parçası olan bu taleplerin, hem de devrim sonrası tekrar gündeme gelmesi ne demekti? Kronştadlılar’ın hareketi Çarlık rejimini aratmayan bir zorla bastırılarak ‘Hakikat Bakanlığının’ pek malûm yöntemleriyle ‘parti tarihinde’ (şu her iktidar didişmesinden sonra yeni baştan yazılan tarih) yerini aldı: karşıdevrimci bir kışkırtma olarak tabi. Aradan geçen bunca yıl ve deneyden sonra, her eleştirinin altında ‘yabancı kışkırtması’ arayan zihniyet bize çok yabancı gelmiyor. Dayanışma’nın Polonya’sına tanık olanlar için işçi sınıfı adına konuşan bir hükümetin işçi sınıfım karşısında bulması, ‘proletaryanın bilimini’ bizzat ‘proletaryanın’ reddetmesi o kadar alışılmamış değil. Hele bir de 1953 Doğu Berlin’ini, 1956 Budapeşte’sini, ‘68 Prag Baharı’nı hatırlarsak. Rus Devrimi’nin gidişatı üstüne tartışmalar ancak Stalin döneminin resmen kapanması ile gün ışığına çıkabildi. Kuşkusuz önceden de terör rejiminde bile eleştiri hakkından zerrece taviz vermeyenler olmuştu. (Kim olduklarını söylemeye gerek var mı?) Ne var ki birçok Sol ‘aydın’ ve ‘düşünürün’ “Stalinizm”i tartışabilmesi için ‘yukarıdan’ icazet gelmesi gerekiyordu. Kruşçev’in 20. Kongre’deki ifşaatlarından sonra geçmiş dönem tartışmaya açılabildi. Gerek Batı KP’lerinde gerekse Doğu Avrupa’da (Kosik, Mylnar, Lukacs, Hegedüs gibi parti üyeleri de dâhil) bir kısım aydın “Stalinizm”in kıyısından köşesinden çekiştirmeye başladılar. Ancak bazı istisnalar (20’lerin konseyci akımları, Castoriadis, Lefort, şimdilerde Bahro gibileri ve liberter hareket) bir yana, eleştiriler yapının ve sürecin kendine yönelmeden sivri uçları, aşırılıkları üzerinde yoğunlaştı. Bir obsesyon haline gelmiş ‘Leninizm-Bolşevizm’ hevesiyle kendini tüketen Troçkist akım da dahil (Bu arada bu akımın, eksiklerine rağmen, “Stalinist” teröre açıkça karşı koymuş olmanın onurunu paylaştığı da unutulmamalı.) birçok muhalif ya bütün olan biteni ‘yozlaşma’ ‘deformasyon’ gibi arızi nedenlerle, ‘hatalar’, ‘nesnel zorluklar’la açıklamaya (veya mazur göstermeye) çalıştı, ya da liberal ‘insan hakları’ söyleminin içinde kaldı. Bir ara bizde de, “Stalinizm”i Marksizm’in yanlış okunmasından ibaret gören Althusser’in bile “anti-Stalinist” diye takdim edildiğini hatırlarsak, eleştirinin asıl kaynaklarına gitmenin önemi kavranır belki. İda Mett’in kitabı, bu tarihi bir kez de ‘kurşuna dizilenlerin’ ağzından dinlemek isteyenler için. Konunun yeniliği bizi oldukça uzun bir giriş yazarak okuyucu ile yazar arasına girmeye zorladı. Ne var ki, sorunun öneminin bunu bağışlatacağını umuyoruz. Kronştad’ı yerine oturtabilmek için 1917’ den ‘21’e Sovyet toplumunun geldiği noktayı tartışmak zorunlu. Kronştad hareketi tarihte, Paris Komünü, ‘36 İspanya’sı, İtalyan Fabrika konseyleri (Biennio Rosa) gibi deneyler dizisinin bir parçası olarak görülmeli. ‘21 Mart’ında Petrograd civarında olup bitenler bizce herhangi bir kargaşadan daha çok şey ifade eder. Sokakta barikatlar kurulduğunu duyan Fransa kralının, “Bu bir isyan mı?” diye sorduğunda aldığı karşılık gibi: “Hayır Majesteleri, bu bir devrim.” Kronştad bir devrimdir, bir devrimin son çabası, son deneyimidir. Kronştad hareketinin ezilmesi bürokratik karşıdevrimin zaferi, 17 Şubatından 1921’e dek süren ‘ikili iktidarın sonudur. Bazılarının yıllarca bekleyip durdukları “Thermidor” budur işte. Lenin’in de ‘biz kendi kendimizin termidor’u olacağız’ dediği.(1) Bürokrasinin iktidarının pekiştirebilmesi için kitlelerin sesinin kesilmesi şarttır. Çünkü Brecht’in deyişiyle halk yöneticilerin güvenini kaybetmişti, o halde halkı feshedip yeni bir halk seçmeli. 1917–21 yıllarını kapsayan Rus Devrimi, ‘17 Şubat’ında tüm ülkeyi saran grev, gösteri ve çatışmalarla başladı. Savaş koşullarında zaten çözülmeye yüz tutmuş Çarlık devleti bu saldırıyı kaldırabilecek halde değildi artık. Şubat’ta başlayan devrimin hazırlıksız yakaladığı sadece Çarlık değildi, bütün sosyalist partiler de sürgünde haber aldılar devrim olduğunu. Şubat’ta başlayan hareket herkesin de itiraf ettiği (daha doğrusu inkâr edemediği) gibi özgür inisiyatif ve anlık kararlar temelinde yükselen, geleneksel tabirle “kendiliğinden’ bir hareketti. Bu hareketin ayırıcı özelliği yalnızca politik iktidarla sınırlı kalmayan bir sosyal devrim başlangıcı olmasıydı. 1905’in deneylerini izleyerek kurulan özyönetim organları, işyeri ve yerleşim birimi temelindeki dolaysız demokrasi kurumları bunun en iyi ifadesiydi. Kitle hareketi daha en baştan kendine konulmak istenen ‘burjuva-demokratik devrim’ sınırlamalarını aşmış durumdaydı. Burada ‘17 yılının bütün teferruatına girmemiz imkânsız. Dikkat çekmek istediğimiz tek nokta şu: Rus Devrimi, yerleşik resmi tarihin aksine Bolşevikler’in değil kitlelerin kendileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Lenin’in ‘ne pahasına olursa olsun iktidar’ şeklinde Özetlenecek taktik dehasıdır ki, Bolşevikler’in ani manevralarla kitle hareketi üstüne oturabilmesini sağladı. Nitekim Temmuz aylarında insanlar iktidara karşı yeniden sokağa döküldüğünde onları durdurmak için çabalayan, hükümetten Önce Bolşevikler’di. Ama ne zaman ki kendileri çoğunluğu kazandılar, devrim olabilirdi artık. Her yıldönümü tank ve traktör resmi geçitleriyle ‘kutlanan’ ‘Ekim Devrimi’ Şubat’tan farklı, teknik olarak örgütlenmiş bir hükümet darbesiydi. Lenin’in ‘Nisan Tezleri’nden sonra Bolşevikler’in aldığı anti-otoriter görünüm sayesinde kendi hükümetlerini örgütleyebildiler. Brest-litovsk’un Getirdikleri 1918 başında yeni hükümet, Rusya’yla savaş halinde olan Almanya ile barış görüşmelerine oturdu. ‘Halk Komiserleri Konseyi’ (Bakanlar Kurulu) tarafından yürütülen barış görüşmeleri 3 Mart’ta Brest-Litovsk barış anlaşmasının imzalanması ile sonuçlanacaktı. Brest-Litovsk Anlaşması iki yönüyle, dönüm noktalarından birini teşkil eder. İlk olarak hükümet politikasında yeni bir tercih ve yönelimi belgeliyordu. İkinci olarak da daha 1918 yılında Sovyet Hükümeti’nin karar mekanizmalarının nasıl işlediğini gösteriyor, hem de parti içi muhalefetin yediği ilk darbeyi ifade ediyordu. Anlaşma şartları çok ağırdı Sovyetler için. Radek’in verdiği ve E.H. Carr’ın (2) aktardığı rakamlara göre, Sovyetler Birliği toplam nüfusunun ve ekilebilir toprağının dörtte birini, tüm endüstrisinin % 48’ini (demir-çelik üretiminin % 70’i, şekerin % 9O’ı) Almanya’ya terk etti. Bu istatistikler bizce tali. Fakat Rusya’nın o zamanki azgelişmişliğini, sanayileşmemiş olmasını bahane eden “üretici güçler” meraklıları mevcut endüstrinin de nereye gittiğini bir düşünmeliler. İktisadi kayıplardan da önemlisi, Bolşevik hükümetin çizgi değişikliğidir. Bir zamanların ‘dünya devrimi’, ‘devrimci savaş’ gibi kavramları, yerlerini ulusal ekonominin inşasına bıraktılar, Sovyet Hükümeti istikrar yönündeki tercihini koydu. Hükümetin gerekçesi yeni rejime soluk alma fırsatı sağlamaktı. Oysa asıl soluk alma fırsatını bulan Dünya Harbi’nde iyice yıpranmış olan Almanya idi. Bu anlaşma dış destekli Denikin’le Wrangel Ordularını engelleyemedi, savaş fiilen devam etti. Ama inisiyatif Batılı devletlere geçmiş, Alman devleti istikrarı sağlamış, Almanya’daki hareketler ezilmişti. Bolşevik rejimin Almanya ile anlaşması SPD içindeki Spartakist muhalefetin şansını ortadan kaldırmıştı. Bir ‘işçi hükümeti’ bile Junker rejimiyle uzlaşıyorsa, SPD yönetimi hayli hayli yapabilirdi aynı şeyi. Parti içindeki muhalefetin son çıkışı olan Spartakist Ayaklanma ise Brest-Litovsk anlaşması sonucu cepheden dönen birliklerce bastırıldı. Lenin’e düşen ‘enternasyonalist görev’ ise “Rosa Luxemburg bir kartaldı” diye gözyaşı dökmekti. Ekim öncesinde daha iktidarda bile değilken “... böyle bir anda, böylesi elverişli koşullar altında Alman devrimcilerinin çağrısına yalnızca kararlar ile yanıt verirsek gerçekten Enternasyonal hainleri oluruz,”(3) diyen Lenin artık Afganistan Emiri’nin veya Enver Paşa’nın çağrısına karşılık vermeyi seçecekti. Barış kararının alınmasına gelince, bu da başka bir hikâyedir. Bu anlaşmaya taraftar olanlar sayılıydı. Bolşevikleri destekleyen Sol SR’ler ve muhalefetteki anarşistler bir yana Bolşevik partisinin birçok üyesi bile karşı çıktı. Belli başlı Sovyetler (Moskova, Yekaterinoslav, Harkov, İvanovo-Vojniesensk, Kronştad vb.) barış görüşmelerinin derhal kesilmesini talep ettiyse de hükümet pek etkilenmedi. (4) Parti MK’sındaki oylamaların ilk ikisinde Lenin’in önerisi ilkinde (7’ye karşı 9 oyla) ve 17 Ocak’ta yapılan ikinci oylamada (5’e karşı 6 oyla) reddedilirken, 18 Ocak’ta tekrarlanan üçüncü oylamada (5’e karşı 7 oyla) kabul edildi. Troçki’nin Lenin’le uzlaşmasıyla bütün muhalefete rağmen hükümet karar yetkisini elde tuttu. Bu arada Almanya’ya tavizden kaçınmayan Bolşevik hükümet kendi muhalefetine karşı çok daha ‘militanca’ davranıyordu. Anlaşmayı protesto için, Prusyalı Kont Mirbach, bir Sol SR tarafından vurulunca toplu idamlarla misilleme yapıldı ve bu durum Alman Hükümeti’ne bildirildi. Gene anarşistlerin protestoları üzerine Kızıl Haç temsilcisi Albay R. Robins’in otomobiline el konması bahane edilerek saldırıya geçildi. 9 Nisan gecesi silahlı Çeka birlikleri (Bolşevik gizli polis teşkilatı) Moskova’daki 26 anarşist merkeze baskın düzenledi. Çoğu karşı koymadı. Ama Donski Manastırı’na yerleşmiş olanların teslim olmamasının sonucu, 40 anarşistin ölmesi ve yaralanması, 500’ünün tutuklanması olacaktı.(5) Sovyet rejiminin bürokratikleşmesini bu ülkenin içine düştüğü tecrit durumunda arayanlar bir kez olsun düşünmeli. Bu tecrit durumu ne ölçüde hükümetin tercihi ve politikasının sonucuydu. ‘Tek ülkede sosyalizm’ fikrinin temeli şimdiden atılmıştı. ‘Tek ülkede sosyalizm’ üzerinde durmak gereksiz şimdi. Sadece Kari Radek’e atfedilen bir sözü hatırlatalım. Tek ülkede sosyalizm kurulabilir mi diye sorulduğunda “Mümkündür”, demiş Radek, “ama Allah yardımcısı olsun o ülkenin”. İşçi Denetiminden “Proletarya Diktatörlüğüne Brest-Litovsk Anlaşması’yla kendini ulusal sınırlar içine kapatan yeni rejim bu tecrit koşulları içinde kendi ‘sosyalizmini’ inşaya girişecekti. Ne var ki, bütün bu dönem boyunca hükümet önemli bir direnişle baş etmek zorunda kaldı. Ama sanıldığı gibi yalnız burjuvazinin geri dönüş çabaları değildi Bolşeviklerin karşısına çıkan. Hiçbir kitle desteği olmayan burjuvazinin son direnişini bastırmak en azından ilk aylarda meşru görünümünü koruyan Bolşevikler için zor olmadı. Üstelik ‘tabandaki’ kitleler Bolşevikler’den daha kararlıydı bu konuda. Yeni hükümetin karşılaştığı asıl önemli direniş işçi sınıfının kendisinden geldi. Sovyetlerin kurulması ile başlayan ‘ikili iktidar’ dönemi 1921’e kadar sürdü. Bir yanda özyönetim kurumları, özörgütlenmeler ve doğrudan eylem vardı, diğer yanda sırasıyla Çarlık, Geçici Hükümet ve Bolşevikler tarafından temsil edilen otorite, merkezleşme ve bürokrasi. Karşıdevrimi ne Beyaz Ordular ne de dış müdahale gerçekleştirebildi. Karşıdevrimi gerçekleştiren, Bolşevik Parti, Leninist bürokrasi idi. Bolşevizmin kendi iktidarını örgütleyebilmesi ile Rus Devrimi yenildi. Rus Devrimi’nin yenilgisi ne anlama geliyor? Bir devrimi politik iktidarın el değiştirmesinden ibaret sananlar Rus Devrimi’nin yenilgisini hükümetin devrilmesi ile karıştırabilirler. Oysa Rusya’da siyasal erkin varlığını sürdürebilmesi sosyal devrimin yenildiğini gösterir. Yemlen ‘burjuva-politik’ devrim değildir. Geleneksel hâkim sınıfın yerini alan bürokratik sınıf bunu başarmıştır. Sosyal devrim ise bununla sona ermiştir. Rus Devrimi’nin ayırıcı özelliği, onu bir sosyal devrim yapan Sovyet kurumunun varlığıdır. İlk örneklerinin nerede çıktığım kesin olarak bilemediğimiz Sovyetlerin kalkış noktası, 1900lerin ‘başında fabrika yönetimine katılma’ amacıyla sınırlı, yarı-legal işçi komisyonları idi. Ama toplumsal alt üst oluş koşullarında Sovyetler bu sınırları fazlasıyla aşıp doğrudan eylemin, özeylemin kurumlaşması haline geldi. Paris Komünü bu tarz örgütlenmenin en gelişmiş örneklerinden biriydi. Ama özyönetim mücadelesini çok daha eskilere uzatmak mümkündür. Ortaçağın özerk kent komünlerinden New England şehir toplantılarına, 1793’ün sans-cullotte seksiyonlarından fabrika komitelerine dek tarih, otorite karşısında insanların kendi hayatları üzerinde karar sahibi olma mücadelesinin pek çok örneğini sunar. Modern endüstri toplumunun devasa devlet aygıtının taşıdığı totaliter bürokratik eğilimler, Özyönetim ve özgürlük istemlerine de hız vermiştir. Endüstriyel-bürokratik mekanizmanın muazzam karmaşıklığına kitlelerin verdiği yanıt karşılıklı rıza ve istişare temelinde yürüyen dolaysız demokrasinin olağanüstü basitliğidir. Nasıl ki, toplumun ezici çoğunluğunun kendilerini doğrudan ilgilendiren sorunlarda dahi yetki ve sorumluluktan yoksun bırakılması, yetkilerin devredilmesi, onların temsil edilmesi, insansızlaşmış bir bürokratik aygıta, son derece karmaşık kural ve kanun sistemlerine yol açar, parçalanmış atomize olmuş bireyler yaratır ve toplumsal hayatı basitleştirirse, özyönetimde bireysel kişiliğin ve toplumsal ilişkilerin zenginleşmesi, tam tersine, idari mekanizmayı basitleştirir. Özerk bir toplumda (yani tam anlamıyla auto-nomous, kendini yöneten, kendi kurallarını koyan), özyönetim toplumunda hiçbir kural ve karar, topluma dışsal bir otoriteye (Tanrı, Kral, Meclis, Hükümet veya Merkez Komitesi) dayandırılmaz. Kararlar özerk bireylerin aktif katılımı ve mutabakatı ile yürütülür, toplum kendini kurumlaştırır ve her an yeniden düzenleyebilir. Özyönetim toplumunda, erkten bu yüzden söz edilemez, güçlerin yerleşimi ilişkilerin erk ilişkilerine dönüşmesine yol açmaz. Özyönetim ve dolaysız demokrasi bu güne kadarki deney birikimimizde artık bir ütopyadan çok daha farklı bir şeydir. Şu veya bu nedenlere dayalı başarısızlıklara rağmen, kitle hareketlerinin ‘öncü partiler’den, ‘yöneticiler’den başını kurtarabildiğinde inisiyatifle, sezgi ile gerçekleştirdiği sayısız deney bunun örneğidir. Ancak her harekette karşıt eğilimler de bulunur. Bugün dikkatle düşünmek gerekiyor. Modern kitle toplumu ile gerçek demokrasi (temsil dolayanından kurtulmuş doğrudan demokrasi), merkezileşme ile inisiyatif, bürokrasi ile katılım, otorite ile özgürlük bir arada bulunabilir mi? Deneyler bize tersini gösteriyor. Bolşevik partisi de işçi sınıfını temsil ettiğini söylüyordu, oysa biliriz ki, bir şeyi temsil ettiğini söylemek onu yok saymak demektir. Kolektif yönetim (özyönetim) sanıldığı (ve mesela Yugoslav bürokrasisinin sunmaya çalıştığı) gibi fabrika işletmesiyle sınırlı değildir, toplumun her alanını kapsar. Özyönetim ve doğrudan eylem en kısa ifadeyle insanların kendi tarihlerini yaratma, kendilerini yaratma mücadelesidir. Bu mücadele kuşkusuz ücretliler dışındaki kimseleri de kapsar. 20. Yüzyılın başında gelişen işçi denetimi hareketi ve Rus Devrimi’ndeki yeri de bu söylenenlerin ışığında düşünülürse, Rusya’da kitle hareketinin dönüşüm potansiyelleri ve bürokratik karşıdevrimin engellemeleri yerine oturtulabilir. İşçi denetimi, 19. yüzyılın deneylerinden sonra bu yüzyılın başlarında nispeten berrak bir şekilde formüle edildi, Dünya Harbi’nde geniş olarak uygulandı. İngiltere ‘Shop stewards’ hareketi, Alman fabrika komiteleri (Râte), İtalya konseyleri bunun az çok farklı örnekleri. Rusya’da da ilk olarak 1905’te gündeme girdi. İşçi denetimi çok kısaca, üretim biriminde işçilerin otonomisinin korunma çabası, bilgi ve istihbarat tekelinin kırılması, hiyerarşinin, yukarıdan kontrolün kısıtlanması olarak özetlenebilir. İşçi denetiminin ‘yönetime katılma’ gibi modern teknolojinin sınırları dâhilinde çözümlerle karıştırılmaması gerekir. İşçi denetimi kendi başına bir çözüm değil, kolektif bir şekilde çözümü yaratma ve öğrenme sürecidir. 1917 sonrasında Rusya’da yaşanan deneyleri ve bunların ezilmesini incelemek bürokratik iktidarın yerleşmesini anlamak için zorunlu. İşçi denetimi ve özyönetim deneyimi ile karşı karşıya kalan Marksist-Leninist bürokrasinin reaksiyonunu açıklayacak şey onun devlet ve toplum anlayışıdır. Şunu demek istiyoruz: İktidarın tepesine oturan Bolşevik bürokrasi, kimilerinin sandığı gibi olağanüstü koşullara teslim olmak zorunda kalmadı. Tam tersine, kendi programını büyük ölçüde uygulamayı başardı. Leninizm zaten bu koşullara önceden teslim olmuş, çizgisini bunların mutlaklaştırılması üzerine inşa etmişti. SSCB’deki bürokratik diktatörlük, Leninist partinin bilinçli politikaları ve terörle adım adım inşa edildi. Leninizm, Batı türü bir gelişme çizgisinden yoksun Rus intelligentsia’sının, endüstrileşme sorununa bulduğu çözümdü. Marksizm’de zaten var olan ve Lenin’i rahle-i tedrisinde yetiştiren Kautsky’nin de katkılarıyla gelişen, aydınlanmacı pozitivist eğilim, endüstrileşme ve ilerleme miti, mesih ve benzeri toplum kurtarıcılığı misyonu, Batı türü kapitalist gelişim özlemi çeken, ancak, endüstri toplumunun inşasının Batı yoluyla gerçekleşemeyeceğini idrak eden aydınların kalkınmacı ve devletçi ideolojisine temel oldu. Bolşevikler’den Menşevikler’e, Ekonomistlerden ‘Legal Marksistler’e kadar İkinci Enternasyonal geleneğindeki Rus Marksizm’i bu çerçevede oluşmuştu. Leninizm, ideolojisi birbiriyle çelişen unsurların bir bulamacıydı. Lassalle’cı devlet sosyalizmi, Marksizm’in endüstrileşme mitosu, ‘bilimsellik’ fetişizmi, İkinci Enternasyonal ilerlemeciliği, Jakoben tarzda yukardan aşağı toplum örgütleme, örgütsel hiyerarşi, çelişik unsurları barındıran bir ideoloji, taktik ustalıklar sayesinde iktidara aday olacaktı. Bütün farklı unsurlarına rağmen, Lenin’in tüm siyasal çizgisi iktidarın ne pahasına olursa olsun ele geçirilmesiydi. Bolşevik partisinin hedefi kendini Rusya’nın yeni egemen sınıfı olarak örgütlemek, tarımsal despotizmden endüstriyel despotizme geçmekte olan bir toplumun yönetimini devralmaktı. Bu yorum çok aşırı mı görünüyor? Biz o zaman Lenin’e kulak verelim: “Rusya 150 000 toprak sahibi tarafından yönetilmeye alışmıştı. 240000 Bolşevik niye bu görevi devralmasın?(7) Leninizm’in politik zihniyeti üzerine, Konseyci P. Mattick’in söyledikleri çok ilgi çekici:(8) “Lenin’in siyaseti burjuva zihniyetinin ürünüydü. Sınıflar arası mücadeleyi, politik liderlerin ve devlet adamlarının strateji ve taktiklerine bağlı görüyordu. Bütün mesele rakipleri alt edebilmek ve devre dışı bırakabilmekti, bunu da olayları maniple etmede en becerikli olan yapabilirdi. Siyaset ve devrim bir ‘sanattı’ ve zafer rakiplerin en maharetli ve bilgilisine ait olacaktı.” Bu politik zihniyet üzerine kurulu sosyalizm anlayışının 1917 sonrasındaki önemi herhalde pek açık. Lenin’in sosyalizm anlayışının ne kadar çelişkili tanımlar içerdiğini, güncel politikanın gereklerine göre yalpalama gösterdiğini meraklıları bilir herhalde. Kimi zaman sınıfların kaldırılmasından dem vurur, kimi zaman bitmez tükenmez geçiş aşamaları kurar, kimi zaman da elektrik şebekesini sosyalizm zanneder. Ancak -iktidar sonrası uygulamalarını da göz önünde tutarsak- şu tanım herhalde Leninizm’in ‘ruhuna’ en uygun düşenidir: “Sosyalizm, devlet-kapitalist tekelinden hemen sonra gelen adımdır. Başka bir deyişle sosyalizm bütün halka hizmet eden kapitalist devlet tekelinden başka bir şey değildir.(9) Dikkat edelim, bu sosyalizm tanımı tam da iktidarın arifesinde, 23–27 Eylül’de yazılmıştı, hem de nerede; bazılarının ‘geçiş programı’ özelliği atfettiği “Yaklaşan Felaket” adlı broşürde. Öyle görünüyor ki, başka bir felaket yaklaşmaktaymış o sıralar. Bu sosyalizmin hangi mekanizmalarla kurulduğunu da Lenin’den dinleyelim: “Kapitalizm bankalar, tekeller, karteller gibi biçimler altında bir muhasebe aygıtı yaratmıştır... Büyük bankalar olmasaydı, sosyalizm mümkün olmazdı. Büyük bankalar, sosyalizmi kurarken ihtiyaç duyduğumuz ve kapitalizmden devraldığımız devlet aygıtıdır...(10) Hani eski devlet mekanizmasını devralmayacak olan proletarya? Her ne kadar 1905’in Lenin’i (İki Taktik yazarı Lenin) Paris Komünü’nden bihaberdir ama 1918’de Devlet ve İhtilal yazarı Lenin’den bunları duymak ilginç değil mi? “Tek bir devlet bankası, hepsinin en büyüğü, her ilçede, her fabrikada şubesi olan bir bankadır. İşte bu sosyalist aygıtın onda dokuzunu oluşturur. (11) Ne Yapmalı’da düş kurmanın ‘devrimci’ öneminden bahseden Lenin, kendi sosyalizm düşünü kuruyor. Tüm toplumu kapsayan bir banka! “Toplumun tümü (eşit ücret alan) tek bir ofis, tek bir fabrika olacak...”(12) diyen Lenin, bu sosyalizm projesini açıklıyor. Endüstriyel üretim sürecinin despotizmi, yabancılaşma, işbölümü, vs. Bu teorik tartışmalar bir yana, işyerinde çalışanların denetimi için uğraşan işçilerin, Bolşevik bürokrasiyle niye çatıştığını bir tek bu bile göstermeye yeter. Castoriadis’in dediği gibi; Batı kapitalist toplumlarında bile, endüstriyel örgütlenme her alana hâkim olamamıştır. Lenin’in düşlediği sosyalizm, Batı kapitalizmini bile aşan bir kapitalizm, totaliter bir kapitalizm. Belki budur ‘kapitalizmin son aşaması’. Bu tür bir sosyalizmin kapitalizmden, hele hele Nazizmin, New Deal’in, askeri-endüstriyel komplekslerin planlamalı kapitalizminden ne farkı olduğunu bulmak için çok düşünmek gerekir. Belki Lenin biliyordu bu farkı: “Ülkemizde başlattığımız devlet kapitalizmi özel bir türdür. Bilinen devlet kapitalizmi kavramı ile uyuşmaz.”(13) Niye uyuşmaz dersek şöyle açıklıyor Lenin: “... Bütün kilit noktalar bizim elimizde. Toprak bizim elimizde, devlete ait.”(14) İşçi denetimini korumaya çalışan Sovyet işçileri, Mahno çevresindeki köylüleri ve nihayet Kronştadlı denizcileri/karşıdevrimcilikle’, ‘sapmalarla’ suçlamadan önce onların ne tür bir rejimle karşı karşıya kaldığını düşünsek iyi olmaz mı? Toplumun her alanını kaplayan fabrika tarzı bir örgütlenme ve ‘kilit noktalar’ kimin elinde? Buna verecek birçok ad geliyor aklımıza. Sovyetlerden “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne” giden yolda çalışan kitlelerin direnişini adım adım kıran Leninist bürokrasi, iktidar aygıtını nasıl oluşturmuştur? İktidarın birinci kaynağı, Çarlığın merkezi-despotik devletinin mirasıydı. ‘Bilimsel Sosyalizmin’ partisi, ‘bilim ve tekniğin’ yönetimi bunu da arttırdı. Yeni Sovyet rejiminin kuruluşu tümüyle ‘yukarıdan aşağıya’, ‘tabana rağmen’ yürütüldü. (Tabi aşağı-yukarı, taban-tavan gibi kavramların hangi toplum düşüncesinin ürünü olduğunu akıldan çıkarmamalıyız.) Yine Lenin’in anlatımıyla: “Bankaların ulusallaştırılması için kararname çıkarılması yetti, bu iş müdürler ve işverenlerin kendileri tarafından yürütüldü” (15) “Bütün yapılması gereken sadece gerici-bürokratik düzenlemeyi basit kararnamelerle devrimci-demokratik düzenlemeye dönüştürmektir.”(16) Hükümet kararnameleriyle kurulan sosyalizmin, işçi denetimi ile sürdürdüğü kavga, Leninizm’in önemli ve zorlu mücadelelerinden biridir. (17) İktidara geldiği, daha doğrusu kendini hükümet ilan ettiği anda Bolşevik partisi, işçi denetimini ve Sovyetleri açıkça karşısına almadı. Bu hareketin yaygın gücü, Bolşevikler’i, işçi denetiminin genelleştirildiğini ilan etmeye zorladı. 27 Kasım’da yayınlanan kararname ile işçi denetiminin tüm ekonomiye uygulanacağı ilan ediliyordu. Ne var ki, Leninizm’in politikası işçi denetiminin merkezileşmesini öngörüyordu. Bu amaçla kurulan örgütlenme ‘Tüm Rusya İşçi Denetimi Konseyi’ adını taşıyordu. Bu konseyin yapısı altında, fabrika komiteleri yerel Sovyetlerle bütünleştirildi, her birim bir üstüne tabi kılındı (emir-komuta zinciri). En üstte ise Tüm Rusya İşçi Denetimi Konseyi’ bulunuyordu. İşçi denetimi ile uğraşan bu konseyde 26 delegenin yalnızca 5’i fabrika komitelerindendi. Diğerleri ‘işçi Örgütleri’ (yani Parti denetimindeki sendikalar, teknisyenler) ve uzmanların’ temsilcileriydi. Daha işçi denetiminin merkezileşmesinin başında, fabrika delegeleri azınlığa düşmüştü. Ardından gelen, ‘Yüce Ulusal Ekonomi Konseyi’nin kurulması oldu (14 Aralık 1917). Bu kurum tüm ekonomik faaliyetleri yürütmekle mükellefti. (Ne de olsa ‘yüce’ bir konsey). Sovyetlerin iktisadi konularla uğraşan organları (İşçi Denetimi Konseyi de dâhil) ‘Yüce Konsey’e bağlandı. Yüce Ulusal Ekonomi Konseyi’nin bileşimi şöyleydi: 1. Tüm Rusya İşçi Denetimi Konseyi temsilcileri 2.Halk Komiserliği (Bakanlık) temsilcileri. 3.Danışma görevi ile ‘uzmanlar’ Zaten İşçi Denetimi Konseyi’nde azınlığa düşen fabrika komiteleri iyice silinmeye yüz tutmuştu. Ekim darbesinin ardından işçi denetimine taraftar görünen Leninist bürokrasi, bir ay geçmeden fabrika komitelerini fiilen yok etmeye girişti. Yüce Konseyi bağlanan denetimin merkezileşme ile yok edildiği yetmiyormuş gibi. Yüce Konsey de bağımsız bir kurum değildi, yasal olarak Halk Komiserleri Konseyi’ne bağlıydı. İşçi denetiminin sarsılması karşısında tepki gösterenlerden biri de Bolşevikleri hükümette destekleyen Sol SR’lerdi. Lenin’in yanıtı şu oldu: “Yeni iktidar faaliyetlerini yürütürken formalitelerin kılı kırk yaran incelemeleriyle zaman yitiremeyiz.”(18) Hiçbir yasayla sınırlanmayan ‘proletarya diktatörlüğü’ için işçi denetimi bir formalite olarak görülüyor. Leninizm’in işçi sınıfına bakışı ve önderlik kavramı ile oluşturulan bütünlüğe dikkat edilmeli. İşçi sınıfını nesnel olarak reformist bir sınıf olarak gören (ki işçi aristokrasisi karşısındaki ultravülger ekonomist tez bunun bir diğer örneği), kendi mücadelesi ile sendikalizm ötesine çıkamayacağını iddia eden Leninizm, işçi sınıfı kendinden menkul önderleri aşınca karşısına dikiliyor, ‘proletarya’, ‘proletarya bilimini’ reddederse, hükümeti de karşısında buluyordu. Bilimin yönetimi en despotik, en hoşgörüsüz, en katı yönetimdir, diye yıllarca önceden ‘proletarya diktatörlüğüne’ dikkat çekenler olmuştu. Leninizm’in ‘bilim’ fetişizmi, ‘dışardan bilinç götürme’ iddiası, işçi sınıfını her zaman ele geçirilecek, kazanılacak, ‘eğitilecek’ bir güç olarak görmüştür. Stalin döneminde yayınlanan bir sözlük ‘kendiliğinden’ kavramını şöyle tanımlıyor: “(Stikhirnost); Örgütlenmemiş, herhangi bir şey tarafından düzenlenmeyen, bir önderlik olmadan gelişen.”(19) ‘Bir şey tarafından düzenlenmeyi’, ‘önderlik altında gelişmeyi’ son derece doğal sanan zihniyetin karşıtı da vardı elbet. İşçi denetiminin çöküşü, özyönetim organlarının ortadan kaldırılması konusunda ilk sesini yükseltenler liberter düşüncenin sözcüleriydi. Maksimov; “Proletaryanın amacı bir koordinasyon merkezi yaratmaktır,” diyordu, “boyun eğilen bir merkez değil.”(20) “Planlı ekonomiye evet,” diyor Maksimov, “ama yukarıdan değil, aşağıdan planlanan.” Ne var ki, Leninist bürokrasinin merkezi devleti, sınır tanımayacaktı. Brest-Litovsk’un imzalandığı sırada (Mart 1918) Verenska Kararnamesi yayınlandı. Artık fabrika komiteleri iyice devreden çıkarılıp, fabrikalara devlet tarafından müdürler atanacaktı. Her üretim biriminde oluşturulan glavki’de (merkez) iki müdür olacaktı, biri teknik, öteki parti-hükümet temsilcisi. Fabrika komitelerinin temelleri sarsılırken, sendikaların devletle bütünleştirilmesi yönünde adımlar atıldı. Sendikalar Çalışma Komiserliği’nin (Çalışma Bakanlığı) denetimi altındaydı. Sendikaların denetlenmesi için oldukça ustaca yöntemler geliştirildi. Örneğin parti çizgisine uymayan sendikalar bölünebiliyor, yeni sendikalar oluşturuluyordu (Rusya Demiryolu İşçileri Sendikasının bölünüp, Komünist Demiryolu İşçileri Sendikası’nın kurulması gibi). Sendikalar üzerinde, Rusya Sendikalar Kongresi’nin (tabi ki hükümetin denetiminde olan Kongre) kararları bağlayıcı nitelikteydi. Sendika personeli hükümetin denetimine tabi oldu; başka yerlere atanabiliyor, görevleri kaldırılabiliyordu. Sendikaların tüm fonlarının bir merkeze toplanması mali özerkliği de kaldırdı. Sendikalar üzerinde denetim uygulayan örgütler, Halk Komiserleri Konseyi, Sovyet Merkez Yürütmesi ve Yüce Ulusal Ekonomi Konseyi idi. Sovyetlerin durumu da farklı değildi. Aynı denetim yöntemleri kullanılıyordu; Sovyet personelini azaltma ve tayin etme (bu da bürokrasiyi kaldırma gerekçesiyle yapılıyordu üstelik), mali kaynakları denetleme, merkezi yürütmeye (yani tümüyle temsil kurumuna dayalı parlamento benzeri örgüt) tâbi kılınan yerel Sovyetler, ast-üst ilişkisi. Dahası Sovyetler, Bakanlık kararları karşısında itiraz hakkından fiilen yoksun bırakıldı. Evet, resmen bir yerel Sovyetin Bakanlık kararıra reddetme hakkı vardı. Ama olay mahkemeye götürülüyor, mahkeme Bakanlığı haklı bulursa Sovyet hesap vermek zorunda kalıyordu. Daha sonra Kronştad denizcilerinin yeni bir Sovyet toplama isteğinin neye dayandığını anlamak için bunu da göz önünde tutmalı. Leninist bürokrasi Sovyetleri denetim altına almakla kalmadı, onları kitlelerin etkisine de kapattı. Bolşevik hükümetin baskı politikası da merkezileşme ve eski tip devleti yeniden tesis etme girişimlerinin bir parçasıdır. Bağımsızlığını korumak isteyen sendikalar ve işçiler kurşunla hizaya getirilecekti: Örneğin, 18 Ocak 1918’de bir kurucu meclis için gösteri yapan Menşevik işçilere ‘Kızıl muhafızlar’ tarafından ateş açıldı. Gene o sıralarda hâlâ Bolşevik olan Lazovski, sendika gazetesinde grev yasaklamalarının yaygın hale geldiğini açıklıyordu. Çok geçmeden Sovyetlerde muhalefet bastırılacak ve parti içindeki eğilimlere yasak konulacaktı. Ocak 1918’de Moskova Sovyeti ‘Merkez Yürütmesinin’ kararı ile bazı muhalif delegeler tutuklandı. Bunun üzerine Moskova’daki kimi fabrikalar, Tula delegeleri, Petrograd ve Briansk işçileri, Sovyet delegelerinin geri çağrılarak seçimin yenilenmesini istiyor, ancak teorik olarak var olan ve propagandası çok yapılan ‘her an geri çağırabilme hakkı’ uygulanmıyordu. 24 Ocak’ta Moskova’da yapılan bir işçi konferansının ardından, katılan delegeler tutuklandı. Bunu protesto eden Moskova fabrikasındaki işçiler ve delegeler Sovyet Merkez Yürütme’ye başvurdu. Karşılık olarak Merkez Yürütme Komitesi, muhalif delegelerin Sovyetten atılmasına karar verecekti. İşçilerin en ufak bir grev hakkının dahi olmadığı bir ‘işçi devleti’, bağımsız sendikası olmayan işçi sınıfı, kısıtlı temsil haklarından bile yoksun bir “hâkim sınıf! Proletarya diktatörlüğünün, proletarya üzerinde parti diktatörlüğüne dönüştüğü görülüyor. Daha altı ay önce kendilerine övgüler düzülen işçi sınıfı bugün kurşunlanıyordu. Kendi adını taşıyan hükümetle çatışan işçileri, ‘karşıdevrimcilikle’, ‘sapmalarla’, ‘kandırılmış’ olmakla suçlayanların bir düşünmesi gerekmiyor mu? Kapitalist toplumlarda işçiler için savunulan ‘haklar’ ‘sosyalist’ bir toplumda nasıl gerici olabilir? Ve Sovyetler etkisiz hale getirildikten, muhalefet bastırıldıktan, işçi denetimi çökertildikten sonra Lenin işçileri suçluyor: “Köylülüğe bağlı işçilerin proleterce olmayan sloganlara nasıl kapıldıklarını biliyoruz. Kaç işçi katıldı yönetim işine? Bütün Rusya’da bir kaç bin, hepsi o kadar.”(21) Leninist bürokrasi, son adımını ‘İşçi Köylü Teftiş Komitesi’ ile atıyordu. Tümüyle parti-hükümete bağlı bir komisyon, işçi denetiminin, özyönetimin son kalıntılarını da yok etmekle görevlendirilecekti. Rabkrin adlı bu komisyonun başına Stalin’in getirilmesi, veliahtın tayin edilmesine benzemiyor mu? Stalin’in tırmanışı için geriye sayım başlamıştı. İşçi denetiminin son kalıntısı işçi milisi, düzenli Kızıl Ordu’ya dönüştürüldü, işçi köylü milisleri dağıtıldı. Artık katılımdan değil disiplinden söz ediliyordu: “Sosyalizmin temeli olan geniş Ölçekli makine üretimi mutlak ve sıkı bir irade birliği ister. Bu nasıl sağlanır? Binlerce kişinin iradesini bir kişiye tâbi kılarak.(22) Gereken şuymuş Lenin’e göre: “İş sırasında Sovyet Hükümeti’nin her temsilcisine sorgusuz sualsiz itaat, tek bir kişinin, Sovyet liderinin iradesine sorgusuz itaat ve demir disiplin.(23) Hani işçi denetimi? Cevap: “Bu şartlar altında sendikaların, işletmelerin yönetimine doğrudan müdahalesi kesinlikle zararlıdır ve hoş görülemez. (24) Mutlak itaat ve disiplinin ardından gelenleri de biliyoruz. Taylor sistemi, parça başı ücret, üretim normları, sendikaların askerileştirilmesi ve çalışma kampları, iş disiplininden, mutlak itaatten Stalin döneminin çalışma kamplarına uzanan yol pek öyle dolambaçlı da değil! Üretici güçlerin gelişmesi, ‘en büyük üretici güç insan’ ve ortalama insan ömrünün 8 haftayı geçmediği Kolima Madenleri. Stalin döneminin akıldışı boyutlara varan terörizmi karşısında artık olan biteni hazmedemeyip ‘Stalinizm’ eleştirilerine girişenler veya hâlâ Leninist Bolşevizm adına ‘bürokratik’ yozlaşmaya karşı çıkmaya çalışanlar, biraz da hiç sorgusuz kabullendikleri mirası gözden geçirseler. Leninizm, Stalinizm ve bugünkü Sovyet rejiminin sorunu, Bahro’nun da belirttiği gibi hiç de sosyalizmin ideali ile gerçekliği (reel sosyalizm) arasındaki farka indirgenemez. Ortada var olan yeni bir sömürücü sınıf olarak örgütlenmiş bürokrasi, Batı’nın endüstri toplumlarından nitelikçe farklı olmayan bir toplumsal yapıdır. Hâlâ ‘üretim ilişkileri’, üretici güçlerle uğraşmak isteyenlere, devletin kolektif mülkiyetinin sui generis (Kendine özgü) bir üretim ilişkisi olduğunu hatırlatalım. Hâlâ ‘geçiş döneminden’ söz edenler bürokrasinin kendini yeniden üretmekle kalmayıp otokatalitik, yani kendini besleyen, genişleten bir sistem olduğuna dikkat etmeliler biraz. Devlet mülkiyetini, planlamayı sosyalizm sananlar, Nazi dönemi Alman ekonomisinin niye sosyalist olmadığını bir açıklasalar iyi olur belki. Hem Sovyet Hükümeti’nin, sosyalizmi kimden öğrenmesi gerektiğini Lenin söylemiyor mu? İşte Lenin’e göre her sosyaliste düşen görev: “Almanların devlet kapitalizmim incelemek, onu mümkün olduğu kadar kuvvetle uygulamak, aynen (Çar) Peter’in barbar Rusya’ya Batılılaşmayı uygulamak için barbarca yöntemlerden kaçınmadığı gibi, diktatörce yöntemler kullanmakta tereddüt etmemek.”(25) “Evet, Almanlardan öğrenmek. Tarihin yolu zikzaklarla ilerler. Görülüyor ki, Almanlar canavarca emperyalizmle birlikte disiplin, organizasyon ve sıkı çalışma prensiplerini en modern teknoloji, sıkı muhasebe ve denetim temelinde birleştirmişler “(26) Düşmandan öğrenmenin tehlikelerine işaret eden Nietzsche idi yanılmıyorsak. Kendini borçlu hissederek düşmanını sevmenin bir yoludur bu. Belki de Nazi Almanya’sıyla saldırmazlık paktı imzalayan Stalin bu borcu ödüyordu. Junker-burjuva emperyalizminin devleti yerine Sovyet devletini koyun, işte ‘sosyalizm’. Sovyet rejimindeki ekonomi planlaması, ‘üretici güçler’in vesairesinden önce tartışılması gereken sorunlar var. Sovyet rejiminde çalışan kitleler yaşamlarının çoğunu kaplayan iş sürecinde en ufak bir denetime sahip midir? Planın hazırlanmasından, en ufak iktisadi işlere kadar, karar süreci kimlerin kontrolündedir? Günlük yaşantılarının en verimli zamanlarında despotik iş örgütlenmesinin hiyerarşik yapısı içinde yaşayan insanlar, yaşamlarının diğer bölümlerinde özgür olabilirler mi? Kaldı ki bu ‘özgürlüğün’ bile ne düzeyde olduğu biliniyor artık. Sovyetlerin yapısı üstüne, bilimsel tarihi kuramlar isteyenler için Sovyet halkı arasında yayılan şu sözleri aktaralım: “Sovyetler Birliği teknolojik düzeyini ilkel toplumdan, toplumsal ilişkilerini, hiyerarşisini feodalizmden, sömürüsünü kapitalizmden, adını sosyalizmden alır.” Mahnovşçina 1917 sonrası Rusya’da İşçi denetimi ve özyönetimin yanı sıra kırsal bölgelerde de ilgi çekici bir deney yaşandı.(27) Volin’in ‘Bilinmeyen Devrim’ olarak adlandırdığı Mahno hareketi, “başkalarının her türlü baskı ve teröre gerekçe gösterdiği şartlarda, savaş sırasında ve köylülüğün, tarımın ağır bastığı bir bölgede sürdürülen Özgürlük deneyimi olarak dikkate değer. 1918 Aralık’ından 1919 Haziran’ına kadar 6 ay süreyle Ukrayna, tarihte pek sık rastlanmayan bir şekilde, kurumlaşmış siyasi iktidarın ve dışsal otoritenin bulunmadığı bir toplum gördü. Askeri gücüyle yönetmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen, hapishaneleri ve gizli polisi olmayan, devlet imkânlarıyla propaganda yapmak şöyle dursun, sahip olduğu gücün özgür seçimi engelleyeceği endişesiyle kendi seçim kampanyasına sınırlama koyan, kitleleri kendine bile boyun eğmemeye çağıran bu toplumsal hareket, sosyalizmle sonsuz karşıtlık gösteriyor. Küçük yaştan beri Liberter düşünceleri savunan ve Ukraynalı bir köylü aileden gelen Nestor Mahno’nun önderliğindeki bu hareket, 1917 sonrası etkinlik göstermeye başlamıştı. İç savaş ve dış müdahale döneminde direnişi sürdüren Mahno’nun güçleri, Bolşeviklerin Brest-Litovsk anlaşması ile Almanya’ya terk ettiği bazı bölgeleri kurtarmış ve Denikin’in ordularını yenilgiye uğratmışlardı. Resmi parti tarihi ‘Kızıl Ordu’ya kahramanlık destanları düzerken bu hareketin sözünü bile etmez. Oysa Ukrayna’da Denikin’in ordusunu püskürten Mahno’nun askeri güçleriydi. Denikin Ordularının cephe gerisini çökerten, Peregonovka’daki muharebede Beyazların teçhizat ve cephanesini yok ederek Moskova’ya yürümesini önleyen de Mahno’nun ordusu oldu. Öyle ki, Kızıl Ordu bu sayede Karadeniz kıyılarında, Azak’a kadar hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerleyebildi. Mahno hareketi bu askeri başarılarla sınırlı kalsaydı, kuşkusuz pek fazla şey ifade etmezdi bizim için. (Belki o zaman Bolşevik hükümetin de tepkisini çekmezdi.) Ama askeri yönün gölgeleyemediği toplumsal hareket, özgürlük ve özyönetimin çarpıcı örneklerini yaratmasıyla tarihi önemini kazandı. Ukrayna’da, Gulya Polye’de yaşananlar liberter hareketin en açık uygulamalarından biriydi. Mahno hareketi ve ordusu bir bölgeyi ele geçirir geçirmez, ne olduklarını gösteriyorlardı. Her ele geçirilen yerde ilk yapılan şey büyük bir törenle bütün mahkûmların salıverilip hapishanelerin yakılmasıydı. Hapishanesiz bir toplum? “Demir disiplinli proletarya diktatörlüğü” için ne kadar ters bir durumdur bu. Ancak iktidarı ele almak, devleti sahiplenmek gibi bir kaygısı olmayan bir hareket için hapishanenin varlığı bile düşünülemez zaten. Mahnovistler’in en çok üzerinde durduğu nokta yeni bir otorite olmaktan ve böyle anlaşılmaktan kaçınmaktı. Ordunun ilk girdiği her kentte dağıtılan bildirileri bunu duyuruyordu: “Kent halkı ve işçilerine, Bu kent, Mahnovist Devrimci İsyan Ordusu tarafından ele geçirilmiştir. Bu ordu hiçbir siyasi partiye, iktidara veya diktatörlüğe hizmet etmez... Ordu hiçbir otoriteyi temsil etmez. Hiç kimseye bir yükümlülük getirmeyecektir. Tek görevi işçilerin özgürlüğünü savunmaktır, işçilerin özgürlükleri, kendilerine aittir ve kesinlikle kısıtlanamaz. Şurası bilinmelidir ki, Mahnovist Ordu onları hiçbir şeye zorlamayacak, hiçbir şey emretmeyecek veya benimsetmeye çalışmayacaktır. Mahnovistler onlara yardım edebilir, öneri sunabilir, güçlerini onların hizmetine verebilirler. Ama kesinlikle onları yönetmeye kalkışmazlar.(28) Mahnovist hareketin savunduğu özgürlükler bildiri sayfalarında kalmıyor, özyönetim derhal uygulamaya konuluyordu. Mahnovistler ilk olarak Aleksandrovsk bölgesine yerleşme imkânı bularak tüm çalışanları derhal bir genel konferansa çağırdılar. Fabrikalarda özörgütlenmeler kurulmasını (konseyler) kararlaştıran konferansın ertesinde demiryolu, ulaşım faaliyeti gibi stratejik alanlar da örgütlenmelerin denetimine geçildi. İşçi konferansının ardından köylülerin toplantısında (280 köylü ve 20 işçi delegesi katılmıştı) askeri sorunlar tartışıldı ve kentteki yaşamın yeniden düzenlenmesine karar verildi. Yekaterinoslav’da şartlar daha ağırdı. Çok yakınlarında mevzilenmiş olan Denikin Orduları ile çatışmalar sürdüğü gibi, toplantı yapılan yerler sürekli top ateşine tutuluyordu. Bu durumda bile baskı tedbirlerine başvurmak hiçbirinin aklına gelmiyordu. Tarım alanında komünler ve tüketici kooperatifleri kuruldu. İlk kurulan Prokovskoe yakınlarındaki komüne “Rosa Luxemburg” adı verilmişti. Bölgenin en üst yönetim örgütü, kent ve kırdan delegelerin katıldığı periyodik bölge kongreleriydi. 23 Ocak 1919 tarihinde toplanan ilk kongre bir Mahnovist’in konuşmasıyla açıldı, konuşmacı kendilerinin yalnızca çağrı yaptığım hiçbir nüfuzlarının olmadığını bildiriyordu. Mahnovist Ordu’nun içyapısındaki anti-otoriter yön de dikkate değer. Komutanları seçimle gelen, eşitlikçi, gönüllü birlik ve özdisiplin temelinde kurulan bu ordu askeri açıdan Bolşevik komutanların “çelik disiplinli” ordularından daha başarılıydı Beyaz Ordu karşısında. Yaklaşık olarak 20 000 gönüllüden oluşan Mahnovist güçler bütün aksaklıklarına ve askeri yöne verilen öneme rağmen (ki unutmamak gerek ne kadar özgür ve eşitlikçi de olsa askeri bir örgütlenme Mahno’nun istediği özgür toplum yapısına uygun düşmez) bir otoriteye dönüşmemek için çaba gösterdiler. Özyönetim toplumun her alanını kapsadı. Bolşevikler planlı ekonomiyi ve disiplini öğretecek bir eğitim için uğraşırken Mahnovistler İspanyol anarşisti Francisco Ferrer’in Escuela Moderno’sundan (Modern Okullar) esinlenerek anti-otoriter eğitim denemeleri yaşıyorlardı. Bu arada açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Petrograd’a bu bölgeden tahıl gönderildi. Dikkate değerdir ki, Bolşevik rejimin kontrolünde olan yerlerde, köylülük şehirlere yiyecek yardımı yapmayı reddediyordu. Mahno hareketinin etkisindeki bölgelerde var olan siyasi özgürlükler, Bolşevik Hükümetle karşılaştırıldığında çok anlamlıdır. Hareketin neredeyse bir anayasa metni gücündeki kararında şunlar söyleniyordu: (29) “1- Bütün sosyalist partiler, örgütler ve eğilimler fikirlerini, görüşlerini, teorilerini sözlü ve yazılı olarak serbestçe yayma hakkına sahiptir. Basın ve söz özgürlüğü hiçbir şekilde kısıtlanmaya çaktır. Not: Askeri yazışmaların yayınlanması güvenlik durumunda sınırlandırılabilir. 2- Bütün parti, örgüt ve eğilimlere sınırsız özgürlük tanınırken, çalışan kitleler üzerinde bir siyasi otorite kurma yönünde hiçbir girişime izin verilmeyecektir. Zira bunun propaganda ve düşünce özgürlüğüyle bir ilgisi yoktur.” Nitekim Mahnovist hareketin etkin olduğu sürede tüm siyasi akımlar varlık gösterebilmiş ve hiçbir baskıyla karşılaşmamışlardır. Yukarıdaki metinde de görüldüğü gibi tedbir alınan tek husus vardır. Mahno ve ordusu gizli “devrimci komiteler” gibi otoriter girişimlere (ve tabi ki Bolşevikler’den başkası değildir buna kalkışanlar) hiçbir zaman müsamaha göstermemişlerdir. Dahası, Mahnovistler güçlü konumlarını dengelemek üzere kendi kendilerine karşı tedbir almaktan bile çekinmeyeceklerdi. Bölge kongresi için delegeler seçilmeden önce toplanan Mahnovist Ordu Konseyi özgür seçimlerin etkilenmemesi için hiçbir seçim kampanyası yürütmemeyi kararlaştırdı. (Diğer akımlar için bir kısıtlama konulmamıştı.) Bu karar üzerine gelip kendisini “uyaran” bir Sol SR’in endişelerini anlatır, o sıralarda Mahno hareketinde etkin bir yeri olan Volin. “Pratik” ve “gerçekçi” düşünen bu kişi, seçim kampanyasına girişmelerini aksi takdirde Monarşistlerin ve burjuvazi taraftarlarının seçilebileceğini söylediğinde Volin’ in verdiği karşılık şudur: “Bu koşullarda, bir sosyal devrimin tam ortasında bile çalışan kitleler kongrelerine monarşist ve burjuva delegeleri gönderirlerse, bütün hayatımız boyunca yaptıklarımız boşa gitmiş demektir. O zaman şu masamdaki tabancayla beynimi dağıtmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.”(30) Ne var ki, bu hareketin yarattığı ikili iktidar şartları pek uzun sürmez. Başlangıçta Mahnovistler’in gücünü gören Leninistler uzlaşma yolunu arayacaklardır. Aleksandrovsk bölgesinde Bolşevik partisi, Mahno ile pazarlığa oturmak ister ve yetki alanlarının paylaşılmasını önerir, Mahno yanaşmayınca çaresiz geri çekilirler. Ancak tabandan gelişen bir liberter hareketin parti diktatörlüğünü de tehlikeye soktuğunu gören Bolşevikler, “sapmalara” uyguladıkları alışılmış yöntemle saldırıya geçeceklerdir. O sırada Ukrayna’da, Mahnovist Ordu’nun etkinliği altındaki bölgede 4. Bölge Komitesi toplanmak üzeredir. Mahno kongreye Kızıl Ordu temsilcilerini de davet eder. 4 Haziran’da Kızıl Ordu davete garip bir şekilde karşılık verir, kongreyi yasadışı ilan edip delegelerin tutuklanması için harekete geçer. Kızıl Ordu birlikleri Mahnovistler’e saldırmaya başlar. İlk saldırılardan birisi “Rosa Luxemburg” komününedir. Bir yıl önce “sosyal demokrat” akrabaları Rosa Luxemburg ve arkadaşlarını katlederken demokratik tavırlarla seyreden Bolşevikler, şimdi onun adını taşıyan komünü yok ederek görevlerini tamamlarlar. Mahno güçlerinin geri çekilmesinden birkaç gün sonra Denikin’in Beyaz Ordu’su gelir ve Bolşevikler’in başlattığını sürdürür. 1920 Ekim’inde Wrangel’in Beyaz Ordularının saldırıya geçmesi Bolşevikler’in rahatını kaçıracaktır. Tekrar Mahno’nun yardımını isterler ve anlaşmaya çağırırlar. Mahno tek bir şartla Bolşeviklerle ortak savaşmayı kabul eder. O sırada hapiste olan tüm anarşistlerin salıverilmesi. Bir ay sonra Wrangel püskürtülür ve tabi Bolşevikler’in Mahnovistler’e ihtiyacı kalmaz. 25 Kasım’ da zafer kesinleşince Kızıl Ordu ile birlikte savaşan Mahnovistler tutuklanır. Bu temizlik işini Kızıl Ordu ve Çeka birlikte yürütür. Operasyon Mahnovistler’le sınırlı kalmaz, çoğu liberter tutuklanır. Volin, Aaron-Fanya Baron, Fleshin, Mraçni, Dolenko, Davor ve daha birçoğu tutuklandığında Maksimov ve Yarçuk, Harkov’da hapistedir. Bu terör dalgasına karşı Emma Goldman eğitim komiseri Lunaçarski ve sosyal yardım komiseri Kollontay’a başvurur. Her ikisi de üzüntülerini bildirir ancak hükümete karşı çıkmanın pek “politik” bir davranış olamayacağını belirtirler. Birkaç ay sonra ise Kollontay “işçi muhalefetini” örgütlemeye girişecek ve bütün icazetli muhalefetine rağmen partinin tepkisiyle o da tanışacaktır. Tolstoy yanlısı pasifistler dahi hapistedir. Eylül 1921’de Lev Çorni ve Fanya Baron kurşuna dizilir. Birçoğu sürgünde ve hapistedir. İktidarını sağlamlaştıran karşıdevrim, özgürlüğün en coşkulu savunurlarından almaktadır devrim günlerinin intikamını.
Notlar Kaynak: “Kronştad 1921” - İda Mett Kaos Yayınları Kara Kızıl Notlar, HaziranTemmuz-Ağustos 2005, 2 nolu sayısında yayımlanmıştır. |
Front pageSupport Sudanese anarchists in exile Joint Statement of European Anarchist Organizations International anarchist call for solidarity: Earthquake in Turkey, Syria and Kurdistan Elements of Anarchist Theory and Strategy 19 de Julio: Cuando el pueblo se levanta, escribe la historia International anarchist solidarity against Turkish state repression Declaración Anarquista Internacional por el Primero de Mayo, 2022 Le vieux monde opprime les femmes et les minorités de genre. Leur force le détruira ! Against Militarism and War: For self-organised struggle and social revolution Declaração anarquista internacional sobre a pandemia da Covid-19 Anarchist Theory and History in Global Perspective Capitalism, Anti-Capitalism and Popular Organisation [Booklet] Reflexiones sobre la situación de Afganistán South Africa: Historic rupture or warring brothers again? Death or Renewal: Is the Climate Crisis the Final Crisis? Gleichheit und Freiheit stehen nicht zur Debatte! Contre la guerre au Kurdistan irakien, contre la traîtrise du PDK Meurtre de Clément Méric : l’enjeu politique du procès en appel |